İklim krizi üzerine konuşurken ağırlıklı olarak teknik göstergelere, karbon salımına, emisyon azaltım hedeflerine ya da yenilenebilir enerji yatırımlarına odaklanıyoruz. Bunların elbette önemi büyük, ancak bu teknik çerçevenin arka planında, daha az duyulan ama en az o kadar hayati bir başka mesele sessizce ilerliyor: toplumsal eşitsizliklerin, özellikle de cinsiyet temelli eşitsizliklerin bu krizle nasıl iç içe geçtiği.
İklim krizi herkesi eşit şekilde etkilemiyor. Yoksulluk sınırına yakın yaşayan topluluklar, özellikle de bu topluluklar içinde kadınlar, felaketlerin etkisini ilk ve en sert biçimde hissediyor. Suya, temiz havaya, sağlıklı bir çevreye erişim, krizin ortasında bir ayrıcalığa dönüşürken, temel haklar bile herkes için aynı anlama gelmiyor. Ne yazık ki, bu eşitsizlikleri önlemesi gereken politikalar bile çoğu zaman yeni eşitsizlikler üretiyor.
Politika yapım süreçleri hâlâ erkek egemen bir dille ve bakışla şekilleniyor. Kadınların yalnızca uygulayıcı olarak görüldüğü ama karar mekanizmalarına doğrudan dahil edilmediği bir sistemde, geliştirilen stratejilerin sahaya etkili biçimde yayılması pek mümkün değil. Kadın emeği, özellikle yerel direnişlerde, afet sonrası dayanışmalarda veya çevresel farkındalık projelerinde çok belirgin biçimde varlık gösteriyor. Ancak bu emek, çoğu zaman görünmez kalıyor ya da yalnızca sembolik bir “temsil” olarak değerlendiriliyor. Temsiliyetin yalnızca rakamsal bir denge gibi algılanması, aslında Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ile keskin bir çelişki içinde.
Bu noktada, yerel yönetimlerin tavrı da belirleyici. Cinsiyet eşitliğini öncelemeyen, afet planlarında kadınların bilgi ve deneyimini görmezden gelen bir belediye ya da kurum, toplumun yarısının gerçekliğini baştan dışarda bırakmış olur. Eğitim programlarında, özellikle çevrim içi platformlarda bile, kadınların sesini duymak zorlaşıyor. Kadın uzmanlar yerine yine aynı yüzler konuşuyor; genç kadınlar, LGBTQ+ bireyler ya da dezavantajlı bölgelerden gelen kadınlar çoğu zaman bu eğitimlerin ya katılımcısı ya da konusu bile olamıyor.
Eylem planlarının hazırlanışında da benzer bir dışlayıcılık söz konusu. Politik metinler, sadece sorunları çözmek için değil, aynı zamanda kimin sorun sayıldığına karar vermek için de yazılıyor. Bu metinlerde, kadınların, gençlerin, yaşlıların ya da norm dışı kabul edilen kimliklerin hakları çoğu zaman açıkça yer almıyor. Toplumu gerçekten kapsamanın yolu çoğunluğu değil en kırılgan kesimlerin hakkını gözetmekten geçse de durum, ne yazık ki böyle.
Sonuç olarak, iklim krizine verilen yanıtların sadece teknik değil; aynı zamanda toplumsal ve politik olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Krizin etkilerini azaltmak istiyorsak, önce kimin konuşabildiğine, kimin konuşamadığına bakmalıyız. Sadece felaketin değil, çözümün de adil olması için, eşitlik ilkesi süslü raporlarda değil, somut uygulamalarda kendine yer bulmalı. Aksi takdirde, kriz sadece çevreyi değil toplumsal dokuyu da giderek daha fazla çözer.
Yazar: Berra Okudurlar