Yıllar ilerledikçe mevsimlerin yavaş yavaş değiştiğini, bundan sonra geçireceğimiz her yazın en sıcak yazımız olacağını fark ettiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Böylesi kritik bir dönemin getirisi olarak sürdürülebilir kalkınmanın her bir basamağında devlet uygulamalarından özel şirketlerin şeffaflık raporlarına, halk figürlerinden bireylere kadar hepimizin bir katkısının olması gerekiyor. Ne var ki gerekli çaba ve toplum bilinci ne dünya genelinde ne de Türkiye’de gözlemlenemiyor.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na (SKA’lara) yönelik küresel ilerlemeyi gösteren 2024 Sürdürülebilir Kalkınma Raporu’na göre 2030 yılı için belirlenmiş hedeflerin %84’ünde duraksama ya da gerileme mevcut. Bu da artık SKA’lar için 2030 yılı hedefinin sağlanamayacağı anlamına geliyor.

Türkiye ise 167 ülke arasından 72. sırada kalarak sürdürülebilirlik konusunda geçen seneki konumunu koruyor. Uzun dönemli iklim stratejilerimizin hedefindeki tarih ise 2030’dan tam 23 yıl sonra, 2053 olarak kararlaştırıldı.

Sürdürülebilirlik çabalarında son yıllarda büyük bir artış olduğu ve bu kelimenin gündelik hayatımızdan ve iş ortamımızdan kopamayacağı elbette reddedilemez. Sonuçta her bir adım, bizden sonraki nesillerin geleceklerine yatırım yapmak anlamına geliyor. Herkes tarafından pekâlâ bilinen bu gerçekler; ne yazık ki kalıcı bir toplumsal bilince dönüşemiyor, kitleleri harekete geçirmek için yetersiz kalan eylemsiz farkındalıklar olarak duraksamaya uğruyorlar.

Sürdürülebilirliğin toplum içinde yeterince ivme kazanamıyor oluşunun birçok sebebi var. Az nüfuslu, çok gelirli gelişmiş ülkelerde enerji kullanımına dair sınırlamaları ve uygulamaları gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkelere getirmek uygulanabilir bir çaba sayılmaz. Hayat şartlarında iyileşmeyi ve lüksü görmeyi uman toplumlara karşı sürdürülebilirlik, zaman zaman kulağımıza gelen bu politikalardan dolayı sınırlayıcı ve gelişimin önüne geçen bir kavram olarak tanıtılıyor. Su tüketimi konusunda başı çeken hayvansal gıdaların yerine yeni alternatifler bulmak ve fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynakları üzerine çalışmalar yapmak, toplumumuzda yeterince desteklenmeyen sürdürülebilirlik çabaları arasında yerlerini alıyor. Geleceğe yapılan uzun dönemli yatırımlardan ani sonuçlar verilmesi bekleniyor ve sonucunda sürdürülebilirliğe dair projeler ve deneyler terk ediliyor.

Bireyselciliğin küresel çapta, özellikle genç nesiller arasında, hızla artması da sürdürülebilirlik gibi dünya çapında iş birliği gerektiren bir alanı zedeliyor. Değişimin yalnızca büyük yerlerden gelmesi gerektiği ve hayat tarzındaki bireysel değişimlerin sürdürülebilirlik için bir karşılığının olmadığı inancı; söz konusu büyük kurumlarda değişimi körükleyecek gücü ve kamuoyunu oluşturamamış bir toplumun yerinde saymasına yol açıyor. Benzer biçimde kısa süreli içeriklerin yükselişleriyle aşırı tüketimin, özellikle de hızlı modanın önüne geçilemediğini ve sosyal medya kaynaklı bu toplumsal değişimlerin sürdürülebilirlik çabalarına daha çok zarar verildiğini gözlemliyoruz. Günün sonunda, sürdürülebilirliği önceliği hâline getirmemiş toplumlar sebebiyle oluşan yazarı açıkça görebiliyoruz.

Toplumun dili etkilediği kadar, dil de toplumu etkiliyor. Bu iki kavram birbirlerine bağımlılar ve her zaman bir döngü hâlindeler. Dolayısıyla sürdürülebilirlik hakkında konuşmamız, konuşurken kendimizden emin olmamız, ilgili terimlerden de sık sık yararlanabilmemiz gerekiyor. Sonuçta bizler, bu alanı tüm kapsamıyla ele almamıza ve tartışmamıza yetecek bir dilimiz olmadan sürdürülebilirliğin yeterli ve önemli olduğunu benimsemiş bir toplum yaratamayız.

Yazar: Berra Okudurlar